Bengal kaplan, sevgilime yiyecekmiş gibi bakıyordu.
Esneyen kaplana dublaj yapıyordum: ''Voarg, güzelliğiniz dişlerimi kamaştırıyor küçük hanım.''
Şebnem'in, gülümsediğinde U harfine benzeyen ağzı, yanaklarında beliren parantezlerin içinde kalıyor.
Gökyüzünde dolunayı andıran, pudralı bir kış güneşi.
İki cihan aşkım Şebnem'in jelibon dudaklarının arasından çıkan buhar, bana hayatın özü, özeti gibi görünüyor. Nefesi, ancak rüyalarda işitilebilecek türde bir ninni. Parmaklarının muzlu gofret zerafet beni mayıştırıyor. Gri, yeşil ve mavi karışımı, kestane irisi gözlerinde patlayan şeker kıvılcımları. Soyulmuş elmadan yontulmuş bir yüz. Burnunun üstünden geçerek yanaklarını birleştiren çiçek tozu çiller, kanatları açık bir kelebek etkisi uyandırıyor. Saçları, gül şerbetiyle boyanmış kızıl ipek.
Aşk insanın sadece psikolojisini ve kimyasını değil; tarihini, müziğini, coğrafyasını, edebiyatını, fiziğini, beslenme çantasının içindekileri, hayat bilgisini de değiştiriyor.
Büyük dedem, zamanında bir dilberin aşkından aklını kaçırmış, sonra da İstiklal Harbi'ne katılıp şehit olmuş. Şebnem'e bakınca damarlarımdan bir çılgınlık akımının geçtiğini hissediyorum.
Kaplan departmanından akbaba kafeslerine yöneliyoruz.
Burası, şehir merkezinin uzağında, kocaman bir hayvanat bahçesi. Teleferikle tepeye çıkıyor sonra aşağı doğru geze toza iniyorsunuz.
Ağaçlara yerleştirilmiş hoparlörlerden Loituma'nın levan Polkka şarkısı yayılıyor.
Kabanımın cebindeki mücevher kutucuğunu yokluyorum. Evlenme teklif etmek amma zor iş. Teleferikte baş başayken, içimden binlerce kez ''Evlen benimle Şebnem'' deyip cebimdeki kutuyla oynadım. Boşuna. Kaplanın huzurunda da yeterince konsantre olamadım. Akbaba kafesinin önü, hayırlı bir iş teklifi için pek ideal bir yer sayılmaz, haksız mıyım? Rakunlar,develer,tavuslar, yaban domuzları, ayılar, goriller, tavşanlar, foklar, aslanlar, midilliler, tilkiler, filamingolar, gergedanlar, lamalar, zebralar, kurtlar, papağanlar, kangurular... Hiçbiri, tarihi bir an'a tanıklık etmeye hazır görünmüyordu. Hayvancağızlar zaten mahpusluktan akıllarını oynatmışlar, bana tezahürat yapacak macelleri yok.
Yağmurun baskınına uğradık. Gürül gürül yağıyor. ''Hemen bir bir gemi bulup hayvanları toplasam iyi olacak'' diyorum.
Şebnem şakır şakır gülüyor. Bir sarayın tavanından sarkan ve pervane gibi fırıl fırıl dönen kristal avizeler düşünün.
Yağmur, etraftaki tek tük ziyaretçileri adeta siliyor; görevliler de dahil herkes kantine goğru koşarak kayboluyor. Hayvancıklar da kuytulara, köşelere sığınıyorlar.
Biz, alçacık bir duvarıdan dışarı sarkan salkım söğüde yanaşıyoruz.
Duvarın öbür tarafında bir grup penguen, yarışma jürisi gibi toplanmış bize bakıyorlar.
Yolun üzerinden renkli yağ akıyor.
Hayal ile rüya arasındaki mahmur boşluktayız.
Hızlanan yağmurun şakırtısından güçlükle duyulan şarkı, kulağımdan içeri neşe sızdırıyor.
Cebimdeki kutudan yüzüğü alıp avcumda saklarken ''Mikail, göğün soğuk su musluğunu gene sonuna kadar açtı'' diye söyleniyorum. Şebnem'den şimşek güzelliğinde bir kahkaha.
Terk edilmiş bir okyanusta baş başa kalmış iki balık gibi sarhoşuz.
Tek taşlı pırlanta yüzüğü, özenle tutarak Şebnem'e uzatıyorum: ''Sana sırılsıklam aşığım Şebnem, benimle evlenir misin?''
Müstakbel gelinimin yüzünde göz kamaştırıcı bir gülücük beliriyor. Şeffaf elini yavaşça kaldırıyor. Tam o anda, başparmağımla işaret parmağım arasındaki yüzüğün içinden bir mermi geçiyor! Vınnnn!
Sırtından vurulan penguen, nar taneleri saçarak infilak ediyor! Bum!
Silahlı iki adam, yokuşun başından bize doğru koşuyor!
Niyetleri ciddi, her hallerinden belli. Derhal, Şebnem'in bileğini kavrıyorum, var gücümüzle kaçıyoruz. Duvarın bitiminden sola dönüyoruz.
İnsan ile tabiat, gene ayrı dillerden konuşuyorlar: Mermiler, yağmurun içinde metali ve yatay bir başka yağmur olup yağıyor. Tam anlamıyla nefes kesici...
Titreyen ir göledin kısında kıpıradamadan poz veren, gözü yaşlı Nil timsahının kuyruğundan bir kurşun sekiyor. Başını paçavra bulutlara gömmüş zürafa boynundan, yüksek kafesteki tünekte pusmuş olan kaya kartalı göğsünden vuruluyor! Güzelim postunda siyah bir delik açılan İran leoparı yana devriliyor.
Dünyanın dört bir yanından getirilerek burada hapsedilmiş tüm hayvanlar feryat figan ediyor.
Havuzun üzerindeki ahşap köprüden geçerken, kırmızı gagalı siyah kuğular bize acıyarak bakıyorlar. ''Burada kurda kuşa yem olacağız'' diye düşünüyorum.
Sürüngen akvaryumlarının sağlı sollu sıralandığı ışıklı, sıcak bir tünelden geçiyoruz. Ardımızdaki maratouncu katiller, akvaryumlara kurşun delikleri açarak koşturuyorlar. İguanalar, bukelemunlar, çıngıraklı yılanlar... hiç istiflerini bozmuyorlar. Galiba hepsi sağır.
Tünelden fırlayıp yağmura daldığımız anda sağ omzumu sıyırıyor bir mermi ve gök gürlüyor.
Gövdeleri yağmuru sünger gibi emen devekuşlarının saçaklı kirpikleriyle gıdıklanarak, kafesle duvar arasındaki daracık boşluğu aşıyoruz. Üstünde '' LÜTFEN SESSİZ OLUNUZ'' yazılı bir tabela bulunan ahşap kapıdan içeriye giriyoruz. Kare bir holde buluyoruz kendimizi. Şebnem de bende soluk soluğayız. Karşımızda bir kapı daha. Açıyorum bir Afrika belgeselinin ortasındayız. Önümüzdeki dikdörtgen levhaya takılıyor gözüm: '' CÜCE MAYMUNLAR GALERİSİ'' Müstakil tel kafesler, yüksek mi yüksek tavandaki koridorlarda birbirne bağlanıyor. Daha önce görmediğim türden, bildiğimiz ağaçlara hiç benzemeyen, kocaman bitkilerin kollarına atılıyoruz. Şemsiye büyüklüğündeki yaprakların arkasına saklanıyoruz. Maymunlar gözlerini bize dikiyorlar. Bazıları, tepedeki kanallardan geçerek, arkadaşlarını çağırıyorlar....
Berbat haldeydik. Hayvanat bahçesinde, ormandaki hiyerarşi de, sirkteki disiplin de yoktu. Cüce maymunların ocağına düşmüştük.
Şebnem, omzumdan akan kana parmak uçlarıyla hafifçe dokunuyor. Gözlerinden naylon ip gibi yaşlar iniyor. '' Ben iyiyim, sadece sıyrık'' deyip gülümsüyorum.
Galerinin kapısı, uğursuz bir gıcırtıyla aralanıyor. Maymunlarla birlikte ben de kapıdan giren tabancalı iki adama bakıyorum. Biri gözleriyle etrafı tararken, diğeri ona yerdeki ıslak ayak izlerimizi işaret ediyor. Maymunlar, vahşice bir işgüzarlıkla bizi gammazlıyorlar: Çığlık çığlığa zıplayıp, ellerini kafeslerden uzatarak, peşimizdekilere bulunduğumuz yeri gösteriyorlar.
Son sözlerimi söylememin vakti geçmek üzere. Şebnem'in otel sabunu gibi lüçük kulağına, sessizce ''Seni seviyorum'' derken, pırlanta yüzüğü parmağına takıyorum.
Şebnem aşk çoşkusu ve ölüm korkusuyla şoklanmış halde fısıldıyor: ''Sevgilim, bu adamlar bizi öldürecek!''
Son sözlerime şerh düşüyorum: ''KORKMA BEN VARIM!!''
Dublörün Dilemması'nın yazarından komik, hızlı, şoke edici bir roman daha.
Gönül İşleri Bakanlığı'nda basın müşaviri dövüş ustası Fu. Başkalarının intikamını alarak hayatını kazanan Gıcırbey. Tarih öğretmeni dilber Şebnem Şibumi. Padişah yorganları satıcısı Enver Paşa. Dul gangster Hayati Tehlike.
Mr.Spock, Abdülcabbar, Ruhiye Hanım, papağan Huduni, cin Jajha, Atom Bambacıyan, Uçan kız, Abidin Dandini Leyla Kalahari ve diğerleri...
Bu yukarıda saydığımız isimlerin hepsi bu romanda özel yerlere sahip. Okuyup bitirdiğinizde bu karakterlerin hepsini tanımış olacak ve hikayenin sonunda tüm karakterlerin mantıklı bir biçimde birbiri ile nasıl bağlandığına ŞOK olacaksınız.
Korkma Ben Varım'ın her sayfası ilk kitaptaki gibi sürprizlerle dolu.
Aşk, dostluk, intikam, yalnızlı ve şiddetin ustaca harmanlandığı roman, olağanüstü bir enerji saçıyor...
Eğer Murat Menteş'in ilk romanı Dublörün Dilemması'nı da okumadıysanız size tavsiyemiz ilk işiniz bu iki kitaptan en azından birini okumak olmalıdır...Hatta siz en iyisi mi ikisini de okuyun...
Bize inanamadıysanız kitap hakkında yazılmış başka bir yorum ;)
Son söz :
Romanlarınızın devamını dört gözle bekliyoruz Murat Menteş...
Tebrikler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder